08 Temmuz 2020

Büyük Yalan

İŞKUR İşsizlik maaşı başvurusu nasıl yapılır? İşsizlik ödeneğinden ...

“Yalan”a Giriş 

Doğru olmayan, gerçeğe uymayan söz ya da davranış… TDK sözlüğünün “yalan” ile ilgili maddesi böyle diyor.

“Yalan”ın toplumda her zaman yakalanmamasının nedeni karşılıklı güven olarak ifade edilebilir. Genelde çoğu ahlâk geleneğince, yalan kötü olarak kabul edilse de, yalanın çok farklı boyutları vardır ve farklı durumlar içerisinde tartışılır. Zaman zaman bu tartışmalar sonucu, yalan her daim, kötü olarak sınıflandırılmayabilir; örneğin, bir kişinin hayatını kurtarmak için yalan söylemek gibi. 

Bununla birlikte genel olarak yalan tarih boyunca büyük bir ahlâksızlık, kötü bir hareket olarak görülmüştür. Yasal olarak yalanın tarifi ve getirileri de etikteki gibi farklıdır ve durumlara, yasalara ve yasal sistemlere göre büyük farklılık gösterir.

Dinler tarihinde de yalanın çok önemli bir yeri vardır. Birçok din yalanı yasaklar. Örneğin,  İbrahimî Dinler (İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik) yalanı günah sayar. Adli makamlar ve güç sahipleri yalanı sistemli şekilde yakalamak üzere çeşitli mekanizmalar geliştirmiştir. Bunlara örnek olarak kayıt sistemleri ve yalan makineleri sayılabilir.

Yalan-hane

“Üniversite mezunu gençlerimizin üçte biri işsiz…” diyorlar çok büyük bir yalan!.. Böyle bir yalan, ancak Yalanistan’da söylenebilir. Ayıp ya…

Bunun nasıl bir kuyruklu yalan olduğunu somut olaylarla kanıtlamak istiyorum sizlere:
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın 23 yaşındaki oğlu Ahmet Mücahit Arınç, Temmuz 2009 tarihinde İstanbul Bilgi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nden mezun oldu. Mücahit Arınç, büyük tecrübesiyle Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği bünyesindeki TEPAV’da “siyaset danışmanı” oldu. Hayırlı olsun… Duygulanmamak elde değil…Ak evlat diye buna denir işte…

Devam ediyoruz “işsizlik yalanı”nı ortaya çıkarmaya: 
İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden iki yıl önce mezun olan İstanbul Valisi Muammer Güler'in kızı B… Güler, THY Hukuk Müşavirliği'nde avukat olarak işe başladı. İstanbul eski Emniyet Müdürü, şimdilerin Osmaniye Valisi Celalettin Cerrah'ın kızı Z… Cerrah da THY'de çalışıyor. Tesadüfe bakın…
THY'de Pazarlama ve Satın Alma Departmanı'nda uzman olarak göreve başlayan Z… Cerrah, bir süre önce terfi ederek Teftiş Kurulu'na müfettiş yardımcısı olarak atanmıştı. Tebrik ediyoruz hanım efendileri…

Biraz geçmişe yolculuk yapalım… Bakalım işsiz kalan gencimiz var mı?
AKP'nin aday listesinden RTÜK’e giren ve şimdi bu önemli kurumun Başkan Vekilliği'ni yürüten Dr. Abdulvahap Darandeli'nin 26 yaşındaki oğlu Ulvi Darandeli, TMSF'de işe başlamış. Kurumda kısa sürede yıldızı parlayan Darendeli, Birleşik Fon Bankası üzerinden geçici personel sıfatıyla TMSF Hukuk İşleri Daire Başkanlığı, Yurtdışı Dava Bölümü'ne atanmış. Aslında böyle bir birim de yokmuş. Çünkü Fon kurulurken böyle bir birim hesaba katılmamış. Vay be, şansa bakın…

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yakın arkadaşı, AKP Kayseri Milletvekili Yaşar Karayel'in oğlu İsmail Emrah Karayel de TMSF’de Yurtdışı Dava
Grubu’nda çalışmaya başlamış. Tesadüfe bakın…

Bu Yurdışı Dava Grubu’nun başkanı da genç bir isim: Aslı Yıldırım… Babası Merkez valisi olan Aslı Yıldırım, 28 yaşında ve Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu… Bu hanım kızımız aynı zamanda TMSF'nin el koyduğu kimi şirketlerde yönetim kurulu üyeliği yapıyormuş. Bu genç yaşta iş yoğunluğuna bakın…

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün büyük oğlu Ahmet Münir Gül… Şu anda 26 yaşında… Bilkent Üniversitesi Endüstri Mühendisliği’nden 2006 yılında mezun olmuş. Mezuniyetinin ardından küresel mali krizde adını sıkça duyduğumuz Londra'daki Merrill Lynch'te iş bulmuş. Bravo, bu yaşta büyük başarı!..

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın çocukları da iş güç sahibi… Büyük oğul Ahmet Burak Erdoğan şu anda 31 yaşında… Babası başbakan olmadan önce arabası vardı, şimdi gemisi var ve armatörlük yapıyor. Erdoğan'ın küçük oğlu Necmettin Bilal Erdoğan ise Harvard Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde master yaptıktan sonra Dünya Bankası'nda çalışmaya başladı. Yakın zamanda Burdur’da 21 günlük askerlik vazifesini yerine getirmiş olup abisi gibi askerden çürük raporuyla tüymemiştir.

Bunları duydukça bu zamanda başbakan değil, başbakan evladı olası geliyor insanın…

Başbakanımız büyük kızı E… Erdoğan, Berat Albayrak'la evli… Henüz 2004 yılında New York Peace Üniversitesi’nde ekonomi master ile uğraşıyorken 2007 yılında pat diye Çalık Holding genel müdürü olmayı başarmış olan Berat Albayrak, ayrıca Sabah ve Atv'yi alan Turkuvaz Matbaacılık şirketinin yönetim kurulu üyesi. “Arkanda ya baban olacak ya da kayınbaban” sözünü bizlere hatırlatan değerli damadımızdır kendisi, alkışlıyoruz…

Başbakanımızın küçük kızı S… Erdoğan ise ünlü London School of Economics'te okuyordu. Mezun olduysa kesin iş de bulmuştur.

Eski Maliye Bakanımız Unakıtan’ın çocukları da ak evlatlardan… Eski bakanımızın üç çocuğu da genç yaşlarında gerçekleştirdikleri AB Gıda, Telemobil Bilgi İletişim ve SAB Makina yatırımlarıyla gurur kaynağımız…

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın oğlu Erkan ve kızı Büşra Yıldırım da armatör… Osman Pepe'nin oğlu ve Hilmi Güler'in damadı İsmail Pepe ise müteahhit… 

Ak babaların ak evlatlarına hayırlı işler diliyoruz buradan…

“Yalan Rüzgârı”nın Sonu

Evet, sevgili okurlar… Üniversiteyi bitirip de “Ben iş bulamıyorum.” diye utanmadan ortada gezenler… Yukarıdaki somut örneklere rağmen hala işsizlik var diyebiliyor musunuz?

Refah-Yol'un iktidar olduğu günlerde memleket devrimcilerimizin çokça kullandığı İslam peygamberine ait bir hadis: “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”

“Üniversite mezunu gençlerimiz işsiz.” demek büyük bir yalan ve haksızlık, gerçekten!..
Haksızlık karşısında susmayalım ve dilsiz şeytan olmayı reddedelim. Gördüğünüz gibi kriz bizi teğet geçmiştir, işsizlik iddiası büyük bir palavradır sevgili okurlar ve iş bulamadığını iddia eden üniversite mezunları…

En tehlikeli yalanlar başkalarına değil, kendimize söylediklerimiz.
 

27.08.2009 Perşembe - 10:37

Ziller Kimin İçin Çalıyor?*

Yeni bir eğitim-öğretim maratonu için okul zilleri geçmiş dönemlerden devraldığı sorunlarla çalmaya başladı. Hatırlarsanız, bu köşede uzun uzadıya eğitim sorunlarımızdan bahsetmiştik sizlere…
  
2009-2. dönem öğretmen atamaları da gerçekleşti 15 Eylül itibariyle. Bu atamaların üzerinden Gaziantep’in eğitim-öğretim sorunlarına sıcağı sıcağına tekrar bakalım:



Eğitim-öğretimin temel sacayaklarından biri öğretmenlerdir, biliyorsunuz. İlimizde Haziran 2009 verilerine göre 3560 öğretmen açığı bulunmakta. Bunlardan 352 tanesi sınıf öğretmeni, 3208 tanesi branş öğretmeni. Rakamların büyüklüğüne lütfen dikkat edin: 3560 tane öğretmen eksik…
  
Gelin görün ki son atama döneminde ilimize toplamda atanan öğretmen sayısı 90. 
3470 öğretmen hâlâ eksik… 

Bu noktada sormak gerekiyor: Bu kadar öğretmen açığının olduğu bir ilde sağlıklı bir eğitim-öğretim yapılabilir mi? Gaziantep’in SBS ve ÖSS gibi branş dersleri konularının temel alındığı sınavlarda başarılı olma şansı var mı bu kadar eksikle? 

Geçenlerde yine Gaziantep Üniversitesi bünyesinde ilimizin eğitim-öğretimle ilgili sorunlarına dair birtakım toplantılar yapıldı, çalışmalar planlandı. Ancak, eğitim-öğretimin temel uygulayıcı unsurlarından olan öğretmenlerin eksik oluşu bu tür çalışmalarda çok fazla yol alınamayacağının önemli göstergelerindendir. 

Biliyorsunuz, iktidar partisi son yapılan hem genel hem yerel seçimlerde ezici bir üstünlük sağladı siyasi rakiplerine. 7 milletvekili çıkardı ve büyükşehir dâhil, 3 merkez ilçe belediyesini de kazandı, ilimizde. Bu kazanımlar, AKP merkezli siyasi yapının önemli bir güç merkezi haline geldiğinin de önemli bir göstergesi hiç şüphesiz…
  
Ancak elde edilen güç ile o gücü kullanma potansiyeli/niyeti/becerisi (nasıl isterseniz öyle okuyun) arasında ters bir orantı bulunduğu da ortada… Çünkü eğitim-öğretim ilimizin başat sorunlarından biri olarak orta yerde durmakta hâlâ… 

Bu sorunları çözmek adına bu milletvekilleri ve belediyeler ne gibi çalışmalar yapıyor acaba? Birçok çalışma yapılamazdı mıydı? Örneğin, Sayın Milli Eğitim Bakanı’yla grup halinde görüşülüp ilimizin eğitimle ilgili problemleri dillendirilemez miydi? Son öğretmen atamalarında ilimize daha fazla kontenjan sağlanması konusunda ısrarcı olamazlar mıydı? Hatta bu görüşmelere ilimizin belediye başkanlarını da dâhil ederek hem merkezde (Ankara’da) hem de ilimizde önemli bir kamuoyu oluşturamazlar mıydı? 

İlimizin bu temel sorununa bir çözüm bulmak adına bu erk sahipleri tarafından herhangi bir adımın atılmaması eleştirilmesi gereken bir durumdur. Ramazan ayı boyunca fakir fukara diye nitelendirdikleri insanlarımızın evlerini ziyaret edip tabiri caizse Robin Hoodculuk oynayıp vicdanını rahatlatmaya çalışanlardan bir dileğimiz de şudur ki bu kentin eğitim-öğretim sorunlarına dair çözüm üretsinler.

Beklerdik ki Ramazan ayında birkaç iftarı da bu kentteki öğretmenlere, esnaflara, doktor ve hemşirelere ayırıp onların sorunlarını dinleyip sorunlarına çözüm bulmaya çalışsınlar. Ama nerde?.. İlimizin hayati konularında özellikle iktidar partisine mensup milletvekillerinin daha fazla sorumluluk/inisiyatif almalarının vakti çoktan gelmiştir. Bu kentin ticaret ve sanayi odaları zaten kendilerine sitemkârdır, teşvik yasasından dolayı. 

Dileğimiz odur ki 400 bine yakın öğrencinin eğitim-öğretime dair sorunlarının çözümü konusunda gerekli hassasiyeti gösterilsin

Yeni eğitim-öğretim yılına başlarken ilimizin öğretmen açığından yola çıkarak dikkatleri biraz bu yöne çekebiliriz umuduyla kaleme aldık bugünkü yazımızı. 

Sözümüz eleştirinin sınırlarına dâhildir. Kimseyle özel bir derdimiz/hesabımız yoktur. Ve eleştirinin olmadığı bir yerde başarı da olmaz.
  
*Yazının başlığı, Amerikalı ünlü yazar Ernest Hemingway’in İspanya iç savaşını anlattığı “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?” adlı güzel romanından uyarlanmıştır.

23.09.2009 Çarşamba

13 Haziran 2020

Halimiz Duman...


            Eskişehir maçındaki sürpriz olmayan mağlubiyetten öte, Kamil Ocak “işkencehanesi”nde sergilenen oyun üzdü ve gelecek adına ürküttü bizleri bu hafta da… Artık stada giderken Ziverbey Köşkü'ne gider ruh halindeyiz. İşkence serisinin diğer maçları olan Karabük ve Ankaragücü karşısında alınacak birer puana da razıydık maçlar öncesinde… Nitekim her iki maçta da Karce’nin performansı ile bir puan alındı. Takımın oyunu yine gelecek adına umut vermekten uzaktı… Hele de Ankaragücü maçında…



Bahis şirketlerinin bile fiziken dağılmış Ankaragücü karşısında favori gösterdiği Gaziantepspor, kendisinin ruhen dağılmış olduğunu, tatsız tuzsuz, isteksiz oyunuyla göstererek bizi değilse de dışarıdan bakan futbol camiasını yine yanılttı.
 Teknik kadronun “kifayetsiz muhteris”liğinden dem vurmaya ise artık gerek bile yok. “Yeni” sıfatı, teknik kadronun adında sınırlı kaldı, sahada “yeni”nin esamesini göremedik haftalardır, yapılan kötü bir Tolunay Kafkas taklidi o kadar… Dağılmış Ankaragücü'nün Hakan Kutlu ile yaşadığı silkiniş bile daha etkili ve takdire şayandı.
 Bu arada memleket futbolunda yazdan beri süregelen “Şike” davasına Kulüpler Birliği ve TFF’nin orta alan presi, iktidar partisi ile ana ve yavru muhalefetin de kanat bindirmeleriyle TBMM’yi kullanarak yaptıkları “siyasi şike” “futbolda temizlik” umudu taşıyanların hayallerini bir kez daha iğdiş etti.
 Şimdilerde ise TFF eliyle ulusal basına servis edilip pişirilmeye başlanan “şike yapan takımın küme düşürülmemesi, puan silme cezası ile kurtulması” operasyonu başladı. Sezonun ikinci devresinin ortalarında bu golü de hep birlikte yeriz, futbolseverler olarak… Şimdiden hepimize geçmiş olsun.
 Futbol dünyası ve ulusal basın bütünüyle bu olaya odaklanırken Spor Toto “Süper” Lig’in kırmızı-siyahlı takımlarından Gaziantepspor’a MASAK, emniyet ve savcılık üzerinden düzenlenen operasyon ancak bir hafta sonra ulusal basında kendine ayrıntılı biçimde yer buldu ki bu operasyona bizzat Cumhurbaşkanı’nın da onay verdiği söyleniyor. (Bakınız: Taraf gazetesi, “Soyulmuş Antep Fıstığı” - Mehmet Baransu, 17.12.2011 tarihli haber).
 Ergenekon davalarının hızlı gazetecisi Mehmet Baransu'nun bu olayı haberleştirmesi “Kızıl yönetimi” için sonun başlangıcı olabilir mi acaba, diye düşünmek yanlış bir değerlendirme olabilir mi?.. 

        Nitekim bundan önce yerel basında sadece Gaziantep 27 ve Hakimiyet’in yer verdiği, diğerlerinin üç maymunu oynadığı bir ortamda, Kızıl yönetimi gecikmeli de olsa bir basın toplantısı düzenledi. Basın toplantısında iddiaların tamamının iftira olduğunu söyleyip sonra da ortaya iddiaları çürütecek hiçbir belge koyamamak, sorgulanması gereken bir durum olsa gerek.
Nedeni ne olursa olsun, bir futbol kulübünün su ve elektrik borçlarının dört yıl boyunca ödenmemiş olması bile başlı başına bir soruşturma, ceza, utanç ve istifa sebebi sayılabilirken (belgeleri yayınlandı gazetede); hala pişkinlik yapıp “Bunların hepsi iftira!” demek, neyle açıklanabilir ki?.. Herhalde fıtrat ve ahlaka başvurmak zorundayız ki bunun için de “Eski Ahit”e kadar gitmek gerekecek. 
Sonuç itibariyle, ligin dibine demir atmış, sahaya Paf takımdan aldığı oyuncularla çıkmış Ankaragücü karşısında alınan bir puana seviniyor olmak, çanların Gaziantepspor için çalmaya başladığının da habercisidir. Mevcut yönetimin bu takımı toparlayabilmesi de pek mümkün görünmemektedir. Hala sağda solda takımın bu duruma düşmesinin müsebbibi olarak Tolunay Kafkas’ın adını zikrettiklerini duyuyoruz. Bu arada takımdan ayrılmak için devre arasını dört gözle bekleyen oyuncuların sayısının da her geçen arttığını duyuyor olmak, ikinci devre öncesinde kırmızı siyahlı formaya gönül vermiş futbolseverleri düşündürmüyor değil…
Bütün bu kargaşada mevcut yönetimin erdemli bir şekilde yönetimden çekilmesini beklemek de naiflik olacaktır. Ancak “dibe vurma” anında bırakacaklardır takımı…
Kritik soru onlar için “dip algısı”nın ne olduğudur. Küme düşmek mi, kayyuma devrolmak mı, taraftarla düşman olmak mı? Bizce dip algıları olabildiğince derindedir. O yüzden korkmak ve harekete geçmekte fayda vardır. 
Durumun vehameti bu raddeye gelmişken, takımın etkili taraftar gruplarından Gençlik 27’nin de maçlarda,  aylardır paralarını dahi alamayan oyunculara tepki göstermesinin anlaşılır bir tarafının olmadığını, gerektiğinde onların da aşılarak miadını dolduran yönetimin gitmek zorunda kalacağını ve takım için doğru tutumu almanın Gaziantepspor sevgisinin gereği olduğunu hatırlatarak bitirelim bu haftayı…
(19 Aralık 2011 Pazartesi)

07 Haziran 2020

s/onbahar/dı





Orada… Bükreş Metrosu’nda


bükreş 1

-I-

orada…

duruyorsun

kaldırımdaki bulutlar

tanığımdır

gri ve hüzünlü

ne bir ses

ne bir gölge

ne de bir nefes

-II-

orada…

gümüşten gözyaşları

pusuya düşürülmüş

yorgun, yenilmiş bir kentte

yer altı inlemekte

bu gökyüzü sana bana dar*

-III-

orada…

insanlar yaban

yağmur yağıyor ağustos ortasında

sokaklar yaman

memleket bir damla yaşgözünde

yaşasın

monemetul revolutie*

-IV-

orada…

zaman akıp giderken

çizgiler çizer

bazen teğet geçen

bazen kesişen

hayat seni düşündürür

alıştıramaz kendine…

aaahh!..

kalabalıklar

seni benden saklar*

istasyonlar harf harf adını sayıklar

-V-

orada…

iner şafağın alacasında

karıncalar ordusu

şehre

kenar mahallelerden

ve

dirlik düzenlik

esamesi okunmayan umuttur

 -VI-

orada…

duvarlar kan siyahı

bir gazete sürmanşette

25 aralık 1989

“idam edildiler!..”

gözü(n) aydın

gözü(n) yaşlı bükreş…

-VII-

orada…

bir insan nereye gider

bir asker kışlaya döner

omuzlarım beni alıp sıkıntıya gider

bir şehir kendine ilerler

adım adım

-VIII-

orada…

sarımtırak bir müzik çalar sürekli

mevsim sonbahar

ve yaprak döker sol yanı bükreş’in

her dem

-IX-

orada…

caddeler geniş

yollar uzun

binalar büyük büyük

gri

ve

kederli

-X-

orada…

her şeyin özeti
-kırmızıyla yazılacak siyaha İNAT-

bütün metro istasyonları dinamitlenmeli

kızıl’ın kara’ya hükmettiği zamanlarda

27 Aralık 2007 Pazartesi

***

iyi ki varsınız…

* Italo Calvino’nun “Görünmez Kentler” i

*Edip Cansever

*Behçet Aysan

*Bulutsuzluk Özlemi

... Versus …

red watercolor versus sign on black stainAynı şehrin iki takımı…

İkisi de liglerinde 24 puanlı, ikisi de Türkiye Kupası’nda gruplarında 4’er puana sahip.

Bütçeleri ise oldukça farklı, bir de izleyenlere verdikleri keyif ve oyun anlayışı.

Birisi alt ligin  takımı da olsa, üst ligin liderine deplasmanda kök söktürürken; diğeri kendi liginin en kötü İstanbullusuna bile sahasında eziliyor. Sonuç aynı; ama alınan haz oldukça farklı… Aynı başarıyı daha zevkli, keyifli halde yakalayan mı, işkence haline getiren mi tercih edilesi?..

O zaman insanın aklına meşhur fıkranın şu repliği geliyor: İyi de ağa biz bu boku niye yedik?..

Gaziantepspor’un Galatasaray maçıyla başlayalım:

Galatasaray’ın geride Gökhan Zan ve Servet, önlerinde Neill, Ayhan, Hakan Balta gibi ön libero potansiyelli oyuncularla sahada yer alması, Gaziantepspor’un orta alanda zaten çok sınırlı olan top yapma becerisini tamamen öldürdü. Bakmayın maçın başındaki gole. Kırmızı siyahlıların tek organize atağıydı koca 90 dakikada. Gerisi kör dövüşü…

Bu sezon her bakımdan yerlerde sürünen Galatasaray’ın da -sanırım- sezonun en iyi 45 dakikasını oynadığı bir ilk yarı izledik. Maçın ikinci yarısına dair söyleyecek tek şey ise kendinize acımıyorsanız, bizlere acıyın!..

Gaziantep Belediyespor’un Trabzon maçına gelince:

Trabzonspor ne kadar dağınık ve amaçsız oynarsa onlar o kadar cesur ve bilerek oynadılar. Spor Toto 1. Lig’de çoğu takımın yapmaktan aciz olduğu peş peşe altı yedi pası çok rahat yapıp hücum yapabiliyorlar. Hücumda topu kaybettiklerinde de anında savunma…

Gaziantep BB, Nurullah Sağlam dönemindeki Gaziantepspor gibi oynuyor : Kenan, Tabata; Eren, İsmail Köybaşı; Ramazan, İvan de Souza; Osman Fırat, Mehmet Polat rolünde.

Sonuç olarak Erol Azgın’ın öğrencileri, BankAsya’da belli bir düzeyi yakalayan oyun anlayışını kupa maçlarına da yansıtmayı becerdi. Kupada ilerleme şansları devam ediyor. Gaziantep BB bu oyunu ile Sportoto 1. Lig’te ilk 6’ya bile girebilir.

Bir soruyla bitirelim:

Hayal bu ya, finalde bu iki takım karşılaşırsa kupayı kim alır?

Cevabınızı duyar gibiyim.

23 Aralık 2010 Perşembe

Bir İşkence Aleti Olarak Futbol

Liverpool’u 15 yıl çalıştırmış efsanevi teknik direktör Bill Shankly’nin “Futbol bir hayat memat meselesi değildir, ondan çok daha önemlidir.” diyerek açıkladığı bu “oyunötesi oyunu” nasıl bu hale getiriyorsunuz anlamak zor.

Futbol kapsama alanının dışındaydı yine, ligin 17. haftasında hala kendini aramakla meşgul iki takımın maçında. İki takımın formasındaki “siyahlar” adeta birleşmiş kapkara bir futbol çıkmış ortaya. Dün akşam, bu iki takımdan beklediğimiz “güzel futbol”, Mecnun’un çölde Leyla’yı araması kadar absürt… Seyircinin yokluğu, devlet hastanelerindeki tuzsuz yemek kıvamında zaten…

Bizim Karcemarkas ile onların Q7’si olmasa futbolu sevmeyenlerin ve futboldan anlamayanların “yirmi iki kişi bir topun peşinde koşuyor, çok saçma.” nitelemesini haklı çıkaracak bir maçtı. Hepten ölü maç organizasyonu…

karce 1

İlk yarı İvan de Souza – Olcan Adın ikilisiyle gelişen bir iki cılız atak… Gerisi topu al, sonra üç pas yapamadan rakibe ikram et! Rakip de aynı biçimde karşılık verince “hay sizin oynadığınız oyuna” serzenişleri…

Tolunay Kafkas’a ne demeli bilmiyorum? Geçen gün bizim gazeteye gelen bir okur yorumunu paylaşıp geçeyim: “Bu sezon Galatasaray’ı ve şu durumda yakaladığımız Beşiktaş’ı yenemeyeni döverler.”

Teknik kadronun “deplasmanda, hem de BJK’ten alınan 1 puan iyidir” ilkelliği, Yeşilçam artisti Popov’un bencilliğin dibine vurduğu, Julio Cesar’ın isabetli şut atma rekorunu “ofsayta güzel düşme” rekoruna tercih ettiği, Orhan Gülle’nin yerlerde sürünen oyunu bu maç için söylenebilecekler.

Attığımız golde Julio Cesar’ın katkısı ve Olcan Adın takipçiliğine selam çakarken, yediğimiz karambol golünde Elyasa’nın önündeki topu bir türlü uzaklaştıramayışına da yılbaşı öncesi kötü bir şey demeden geçelim.

İlk devreyi 24 puanla kapatmak, Gaziantepspor kadrosu için “başarı” olarak kabul edilemez elbette.

Devre arasında iki transfer yapılacağı söyleniyor. Teknik kadronun iki yeni transferden önce oyun mentalitesini bir kez daha gözden geçirmesi gerekiyor. “Oyunbozanlık” üzerine kurulu bir oyun sisteminin evirilip oyunu düzen, yeniden yeniden yapılandırabilen, birden fazla oyun planına sahip bir yapıya dönüşmesi elzem.

Tersi, istediğiniz oyuncuyu getirin hikaye, hikaye, hikaye…

Son olarak da Sayın İbrahim Kızıl yönetiminin 5.sezonunu tamamlayıp 6.sezonunu kutlayacağı önümüzdeki günlerde başkan ve ekibine sormak gerekiyor: Başarı olarak addedilecek ne yaptınız? Kamuoyuna açıklar mısınız?

Bursaspor gibi lig şampiyonu, Kayserispor gibi Türkiye kupası, Sivaspor gibi yeni stadyum… Hangisi?..

* * *

Maçın gollerini izleyebilirsiniz:

http://www.turkiyes.net/besiktas-gaziantepspor-mac-ozeti-ve-golleri-19-aralik-2010.html

20 Aralık 2010 Pazartesi

İki Dilli Bir Maç

Memleket yönetenleri, artık elzem olduğundan ve gelinen süreçte de kendini dayattığından “çok güzel kardeşlik projeleri” geliştiriyorlar bugünlerde. Bu girişimler, çoğu zaman Türk toplumunda karşılığını bul(a)mayıp sembolik adımlar olarak kalsa da oldukça önemli.

Geçtiğimiz haftalarda BankAsya Ligi’nde Samsun-Adana maçını TRT Şeş yayınlamak istediğinde, “bazı vatansever kulüp yöneticileri” karşı çıkmış ve engellemeye çalışmıştı bunu. Yıllardır dillerini elinden aldığımız halka ufak bir jesti çok görmüşlerdi.

Malum devlet kanalımız bu soruna, bu hafta Gaziantep BB – Diyarbakır maçında müthiş bir çözüm buldu:

Maçı, TRT Şeş’te Kürtçe yayınlıyor, “bonus” olarak da uydunun dil seçeneğinden Türkçe opsiyonu sunarak tepkilerin önüne geçmeye çalışıyor. Yani, bugünlerde BDP’nin çokça eleştirilen “iki dillilik önerisi” devlet televizyonu nezdinde hayata geçiriliyor. Bu uygulama, bu önerinin pratikte uygulanmasının ne kadar da kolay olduğunu ortaya çıkardı böylelikle.

Tüm dünyanın küresel pazarın çeşitlenmesinin de etkisiyle “çok-dilliliğe” gittiği bir dönemde “iki-dilliliği” bu topluma çok görmemek gerekiyor.

Ya bölünürsek mi?

80 yıllık geçmiş pratiğimiz, tek-dilliliğin bizi bölünmeye daha çok yaklaştırdığını göstermiyor mu?

19 Aralık 2010 Pazar

***

Bir film önerisi

iki dil bir bavul 1

Bir deniz anasıdır umut (I)

bir deniz anasıdır umut

koca denizin orta yerinde

bir açılır bir kapanır

açılır kapanır

kapanır açılır.

(Can YÜCEL’den)

Cumhuriyet tarihimizin en temel sorunlarından biri olan Kürt sorunu eksenli, siyasal ve silahlı çatışmalara neden olan bu derin problemin çözümüne dair bir tartışma ortamı yaratıldı epey zamandır. Ancak hem iktidar cephesinde hem de kamuoyu cephesinde sorunun çözümüne dair sabırla beklediğimiz “olgunlaşma” bir türlü istenilen düzeyde gerçekleşmedi henüz.  Ama tüm hatlarıyla olmasa da sorunun çözümüne/çözümsüzlüğüne dair rol almak isteyenlerin kısmen dertlerini anlamak adına da verimli bir süreç olduğu söylenebilir. Bu süreçte olup bitenleri derleyip toparlayalım ve bir de kendi penceremizden değerlendirelim istedik:

I) İktidar Cephesi:

Son otuz yıllık süreçte düşük yoğunluklu savaş biçiminde karşımıza çıkan, insani ve maddi tahribatlarıyla Cumhuriyet tarihinin en sancılı sorunu haline gelen Kürt sorununun çözümüne dair son dönemde önemli açıklamalar ve tartışmalar yapıldı/yapılıyor.

2002 yılından bu yana iktidar olan AKP yönetiminin Kürt sorunuyla ilgili dönem içerisinde yaptığı açıklamaların birbiriyle olan çelişkisi kamuoyunda sorunun çözümüne dair samimiyetin sorgulanmasına, soru işaretlerine neden oluyor. Hasan Cemal’in Murat Karayılan ile gerçekleştirdiği röportajın 05 Mayıs 2009 tarihinde Milliyet gazetesinde yayımlanmasıyla bu sürecin tabiri caizse fitili ateşlendi.

aaaaaaaa

Devamında Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan merkezli, devleti ve hükümeti temsil eden iki noktadan sorunun çözümüne dair yapılan pozitif açıklamalar bir anda bu konunun gündemin ana tartışma konusu olarak merkezde yer almasını sağladı. Sorunun çözümüne dair en üst düzeyden gösterilen bu reflekse, sonraki MGK toplantılarında da devam kararı çıkması oldukça önemli(ydi).

Hâlihazırda Başbakan Erdoğan’ın 11 Kasım 2008 tarihinde Hakkâri’de söylediği, patenti MHP’ye ait olan “Ya sev, ya terk et…” biçiminde yorumlanan sözlerine bakalım: “Tek millet, tek bayrak kabul etmiyoruz diyen varsa buyursun beğendiği yere gitsin.” Bir de 21 Şubat 2009’da Diyarbakır’daki seçim konuşmasına bakalım: “Biz tarihimizi, medeniyetimizi, devletimizi sizlerle birlikte inşa ettik. Biz aynı bedenin içindeki ruh, aynı bünyenin unsurlarıyız. Fırat ve Dicle nehirleri gönüllerimize aktıkça, ebediyete kadar birlikte yürüyeceğiz. 

Evet, yukarıdaki iki yorum da Sayın Başbakan’a ait ve her ikisi de bölgede yapılmış. Buna benzer çelişkili açıklamaların örnekleri çoğaltılabilir ya da özellikle Sayın Erdoğan’ın DTP/BDP ile ilgili tutumu hatırlanabilir bu durumda. Birinci ağızdan yapılan bu tür yorumlar ve sergilenen davranışlar elbette kamuoyunun kafasında soru işaretlerine neden oluyor. “Acaba ne kadar samimiler? Gerçekten çözebilecekler mi?” sorularının cevabı için süreci takip etmek düşüyor bizlere.

Dünyada birçok sağlıklı çözüm örnekleri bulunsa da Türkiye modelinden bahsedilmekte çözüme dair… Ancak bu modelin içeriğinin doldurulamamış olması da başlı başına iktidar adına bir sorun… İçişleri Bakanı Beşir Atalay üzerinden bir dönem yürütülen görüşmeler demokratik kültür ve tartışma ortamı adına umut vericiydi. Dileriz ki AKP iktidarının geniş kesimleri sorunun çözümüne dâhil etme çabası bir oyalama, zaman kazanma taktiği değildir, hep söylenegeldiği üzere… Sayın Beşir Atalay’ın sürecin ilk bölümündeki çabalarının “iyi niyetle” sınırlı kalmaması çözüme destek veren herkesin temennisi sanırım.

Tabii ki 80 yıllık Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı probleminin kısa zamanda çözülmesini beklemek de saflıktan başka bir şey değil. Ancak çözüm sürecinin de uzaması hem tartışmaları başka noktalara götürebilir ki Türkiye kamuoyu buna uygun bir zemine sahip, hem de dış baskıların artmasına neden olur ki iktidar adına sağlıklı sonuçlar doğurmayabilir. ABD patentli bir çözüm olduğuna dair iddialara Sayın Erdoğan’ın verdiği tepkiler iktidarın bu strese/baskıya dayanamayıp kırılabileceğine dair bir ipucudur.

Bir başka temennimiz, üslup noktasında gerekli hassasiyetin gösterilmesi. “Namus, şeref, vatanperverlik, Türklük” gibi kavramların üzerinden yürütülecek bir demogojik söylemin böyle bir sorunun çözümünde pek rol oynamayacağı, onların yerine “akıl ve sağduyu” kavramlarının daha çok katkı sunacağı aşikâr.  Duygusal hezeyanların, hamaset nutuklarının çözüme değil; çözümsüzlüğe hizmet edeceğinin bu kesimlerce biliniyor olduğunu temenni ediyoruz.

Kürt sorunun çözümü, gelinen noktada ülkemiz adına bir şans olduğu kadar son dört seçimde (genel ve yerel) ve referandum sürecinde geniş halk yığınlarının desteğini arkasına alan ve medyayı yönlendirmede de ustalık kazanan AKP iktidarı için de büyük bir şans.

Dileriz, iktidar sahipleri çözüm noktasında küçük hesaplar peşinde koşmadan iktidar olmanın da getirdiği sorumlulukla hareket ederek sağlıklı bir çözüm gerçekleştirir.

(Devam edecek…)

16 Aralık 2010 Perşembe



Bir deniz anasıdır umut (2)

bir denizanasıdır umut

koca denizin orta yerinde

bir açılır bir kapanır

açılır kapanır

kapanır açılır.

(Can YÜCEL’den)

II- Muhalefet Cephesi: 

Demokratik açılım çalışmalarına meclisin iki büyük muhalefet partisinin (CHP ve MHP) “çözüm adına somut bir paket yok” tepkisini tüm kamuoyu yakından biliyor. Somut bir çözüm paketinin olmamasını eleştiren siyasi anlayışlara sormak gerekmez mi: Somut olmayan / içeriği belirsiz bir çözüm paketine niçin bu kadar sert tepki gösteriyorsunuz nice zamandır?

İlk elden bu partilerin tepkisini anlamlandırmak tabii ki mümkün, 30 yıllık çatışmalı sürece bakıldığında. Birisi, resmi ideolojinin üzerinden asker-bürokrat yapısıyla olan dirsek teması sayesinde var olmaya çalışırken; diğeri ise kitlelerin milliyetçi duygularını bu çatışmalı sürecin üzerinden sürekli tetikleyerek/besleyerek var olmaya çalıştı hep.

Sağ/sol kavramlarının içeriğinin boşaldığına dair yapılan tartışmalara katkı sunacak önemli örnekler olarak orta yerde durmaktalar bu partiler aynı zamanda.

Türkiye siyaset tarihinde belirli kavramları, değerleri babasından kalmış miras olarak gören anlayışların ki buna mevcut iktidar partisi de dâhildir, 21.yüzyılda hâlâ şunu anlayamamış olmaları da sanırım yine ancak “Türkiye modeli” ifadesiyle açıklanabilir: “İslamiyet”, “Atatürkçülük” ve “milliyetçilik” gibi değerler hiç kimsenin tekelinde değildir, babasından kalmış miras da değildir. Bir başkasının Müslümanlığı, Atatürkçülüğü ve milliyetçiliği hakkında ahkâm kesmek, bunlara ipotek koymakla 21. yüzyılda siyaset yapılabileceğini sananlar, Kürt sorunu gibi derin ve sancılı bir sorunu çözmekte tabii ki ciddi roller üstlenemezler.


Demokrasilerde parlamento/meclis adı verilen organlar, bilindiği üzere, geniş halk yığınlarının seçimlerde kullandığı oylarla biçimlenir. (Fakat güzel ülkemizde bu seçim süreçlerinin ve adayların nasıl belirlendiği konusu da ciddi bir tartışma konusudur.) Halkın oylarıyla oluşturulan meclisler, temsil ettikleri halk yığınlarının sorunlarını demokratik hukuk sistemi içerisinde çözmeye çalışırlar. Bu yazının I. bölümünde de belirttiğimiz gibi 80 yıllık Cumhuriyet tarihinin en sancılı sorunu Kürt sorunudur. Son 30 yıllık süreçte yaşattığı maddi ve manevi kayıplarıyla acil çözüm bekleyen bir numaralı sorundur. Çünkü Cumhuriyet tarihinde hiçbir sorun bu kadar can kaybına (40 bin insan) ve bu kadar maddi kayba (300 milyar dolar) neden olmadı.

Şimdi orta yerde bu kadar büyük bir problem dururken ve bu problemin sağlıklı çözümü adına iç ve dış koşullar olgunlaşmışken CHP ve MHP’nin çözümsüzlüğü dayatması anlaşılır değildir. Çözümden yana olduklarına kamuoyunu inandırmaları da zordur bu süreçten sonra. Çünkü çözümden yana olan bir siyasi irade, kendi çözümünün ne olduğunu en azından kamuoyuyla paylaşır. İktidar partisinin somut bir paketinin olmaması; ancak somut bir çözüm paketi adına da kamuoyunun tüm kesimleriyle görüşmeler yapmasına bu kadar sert tepki gösterilmesi CHP ve MHP açısından pek sağlıklı sonuçlar doğurmayacaktır.

Sosyalist Enternasyonal’de ülkemizi temsil eden ve özellikle 1970 sonrası dönemde Bülent Ecevit’le birlikte ülkemizde çağdaş, sosyal demokrat ve ilerici kesimlerin sözcüsü olma misyonunu üstlenen CHP’nin bugün gelinen noktada bu misyonunun getirdiği sorumluluklardan uzaklaştığını görüyoruz. Aslında bu süreç, CHP-SHP “Bütünleşme Kurultayı”ndan sonra 9 Eylül 1995 tarihinde yapılan CHP Olağan Kurultayında Deniz Baykal’ın genel başkanlığa seçilmesinden itibaren başlar. Yakın dönemin siyasal gelişmelerini takip edenler, o süreçten sonra Deniz Baykal yönetimindeki CHP’nin açıklamalarını ve yaptıklarını anımsarlarsa, bu tespiti kabul edeceklerdir. Geniş halk yığınlarından uzaklaşmak sivil siyasetten, dolayısıyla demokrasiden uzaklaşmaktır. Demokrasiden uzaklaşmak da sorunların çözümü adına başka merkezlerle yakınlaşmayı getirir ki bunun sonuçları ülke demokrasisi adına ciddi bir problemdir.

Bu arada Abdullah Öcalan’ın avukatlarından öğrendiğimiz kadarıyla da “devlet istemem, federasyon istemem, bayrak istemem” anlamlarına gelen sözleri uzun zamandır medya organlarında yer almakta. Yarın, Öcalan İmralı’dan artık memleketi bölme niyeti olmadığını topluma/bizlere anlatmayı başarırsa, yani bu tarz bir yol haritası açıklarsa bizim harita mühendislerimiz ne yapacaklar, ne diyecekler o zaman. “Biz, senin bizi bölebilme ihtimalini sevmiştik” mi diyecekler?.. MHP adına söylenecek çok fazla bir şey yok aslında. MHP’nin siyaseten dayandığı toplumsal dinamikler zaten böyle bir tepki istemekte/beklemekte. Ancak, Bahçeli’nin özellikle üslup noktasındaki ağır ithamlarını ve duygusal hezeyanlarını bir kenara bırakıp “akıl ve sağduyu”yu ön plana çıkaran bir yaklaşımla partisinin bu sorunun çözümüne dair somut önerilerini kamuoyuyla paylaşması gerekir. Yukarıda da belirttiğim gibi birtakım değerlere de ipotek koymak, günümüz çağdaş siyaset anlayışına uygun düşmemektedir.

Bu noktada HAS Parti adına Numan Kurtulmuş’un soruna ve sorunun çözümüne dair açıklamalarındaki aklı ve sağduyuyu ön plana çıkaran muhalefet anlayışının da ülkemiz ve demokrasimiz için önemli bir örnek oluşturduğunu görmek gerekiyor.

(5 Şubat 2011 Cumartesi)